Neden ÖTEKI MEDYA?

Anasayfa
Güncel
Medya Haberleri
Dosyalar
Medya`dan
Öteki Türkiye
Kültür-Sanat
Etkinlikler Takvimi
Linkler

ARŞİV

e-Posta

 

Bugünkü itibarlı kişiler gibi kese doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para yatırmak, han, apartıman sahibi olmak, sağdan soldan vurmak ve milleti kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Bütün kavgamızda, kendimiz için birşey istemedik. Yalnız ve yalnız, bu yurdun bütün yükünü omuzlarında taşıyan milyonlarca insanın derdine derman olacak yolları araştırmak istedik.

 

Ne af edilmez suçmuş meğer! Neredeyse, yoldan geçerken mide uşakları arkamızdan bağıracaklar 'Görüyor musunuz şu haini! İlle de namuslu kalmak istiyor ve ahengimizi bozuyor..'

 

Çalmadan, çırpmadan, bize ekmeğimizi verenleri aç, bizi giydirenleri donsuz bırakmadan yaşamak istemek bu kadar güç, bu kadar mihnetli, hatta bu kadar tehlikeli mi olmalı idi?

 

SABAHATTIN ALI 


 DOSYAMIZDA YER ALAN YAZILAR

 ÖZGÜL APAÇE- Sabahattin Ali olayı

SEMA ARSLAN- 'Benim meskenim dağlardır'

ADNAN ÖZYALÇINER- Sabahattin Ali’nin öyküleri ve Anadolu gerçeği

REFİK DURBAŞ- Ölümü bile aldatmadı

MIGIRDİÇ MARGOSYAN- Sabahattin Ali...

Oktay AKBAL- Sabahattin Ali'yi anmak...

ATİLLA BİRKİYE- 'İlk Faili Meçhul'

ÂZER BORTAÇİNA- Sabahattin Ali'nin öldürülmesi emrini kim verdi?

HASAN PULUR- Marko Paşa


 DEEPNOT-28.02.2001

Sabahattin Ali olayı



Tarih 31 Mart 1948. Saat sabaha karşı 5 suları. Beyoğlu'nda Tünel'deki bir apartmandan kısaboylu, gözlüklü bir adam alel acele dışarıya çıktı. Üzerinde açık kahveringi bir pardesü, ayağında lastik çizmeler ve elinde eski bir çantayla kendisini bekleyen kamyona doğru koşar adımlarla yürüyordu. Deseto marka kamyonun şoför koltuğunda iyi giyimli, saçları kulaklarına doğru dökülen bir şoför onu bekliyordu. Kamyona biner binmez hızla hareket ettiler. Edirnekapıda asvalt yol üzerinde paltosunun yakalarını kaldırmış onları bekleyen bir peynir komisyoncusunu almaya gidiyorlardı. Yaklaşık yarım saat sonra bir şoför, bir peynir komisyoncusu ve O kırklareline doğru yola çıktılar.

Kamyonun tekerlekleri hızla dönerken O geride bıraktıklarını düşünüyordu. En çok da Ankara'da yaşayan eşini ve kızını. Ve bir de şiirlerine öykülerine konu ettiği caddeleri, sokakları, evleri ve insanları. Belki bir gün bu yolculuğu da diğerleri gibi öykülerine, romanlarına konu olucaktı. O Türkiye'nin bir döneme damgasını vurmuş ünlü yazarlarından biriydi. Ön koltukda düşünceler içinde kaybolup giden bu adamın adı Sabahattin Ali'ydi.

Sabahattin Ali 1940'lı yıllarda yaşamış, Türkiye'nin en önemli yazarlarıdan biri. Genellikle Anadolu insanın sorunlarını, acılarını ve kentlilerin onlara bakışını anlatan kitaplar yazdı. Yazdığı tüm kitaplarda ve özellikle gazete yazılarında muhalif kişiliğini ortaya koydu. En yakın aradaşları sonradan hepsi ünlü birer isim olan Zekeriya ve Sabiha Sertel, Nazım hikmet, Pertev Naili Boratav, Macit ve Zahide gökberk gibi kişilerdi.

Zahide GÖKBERK;Edebiyat fakültesindeki arkadaşlarının çoğu İstanbul'u terketmemişti mesela.Anadolu'yu tanımıyor.sömestr tatilinde 1932 yılının sömestr tatilinde bir seyehat tertip etti Adana'ya. Sebahattin'i bilhassa o seyehatte tanıdım ben, halk türküleri falan söyleniyordu bir ağızdan, Sebahattin bir aralık aşka geldi, başına bir beyaz mendil bağladı, çıktı tahtaların üstüne "şıkıdık şıkıdık" böyle oynadı.

Sabahattin Ali ve çevresi o günlerin türkiyesinde sakıncalı kişiler yani komünist aydınlar olarak anılırlardı. Birlikte sabahlara kadar sanat ve edebiyat üzerine konuşurlardı.

Müzehher VANU: O hafta ne olmuş, gazetelerde kim ne okumuş en sivri olay nedir ortaya çıkan yahut behice rahatsızlanmış, nevzat da onu mide röntgenine götürmüş, böyle şeyler konuşurduk kuzeniyle yeğeniyle falan.Yani normal bir ailenin konuşacağı şeyler konuşurduk.Herhalde bir arada kumpas kurmazdık nereye bomba atalım diye.
Nitekim olmazdı öyle hadiseler.

Sabahattin ali yazdıklarının ve biraz da çok bu dostlukların etkisiyle emniyet teşkilatının takip ettiği kişiler arasındaydı.
müzehher vanu sivil polis nereye gitsen peşinde biri sivil polis vardı.Mesela Sebahattin geliyor peşindeki insanı pencereden görüyorsun yani onun başkasına devrettiğini görüyorsun.

sabahattin ali 1930 yılında Aydın ortaokulu'nda Almanca öğretmenliği yaparken ilk kez cezaeviyle tanıştı. Yıkıcı propaganda yaptığı ve öğrencilerin kafasını karıştırdığı gerekçesiyle tutuklanmıştı. Demir parmaklıklar arkasında geçen 3 aydan sonra kendini Konya'da buldu. Konya'yı bir türlü sevemedi ama en ünlü eserini Kuyucaklı Yusuf'u orda yazdı.

Çok geçmeden başı konya da da belaya girecekti. 1931 yılında okuduğu bir şiirde Atatürk'e ima yoluyla hakaret ettği gerekçesiyle 1 yıl hapse mahkum oldu. Bu yıl yayınlanan eski dostlar kitabının yazarı Hıfzı Topuzun iddiasına bakarsanız Onu ihbar eden Cemal Kutay'dı.

Cemal KUTAY :
Ben Sabahattini ihbar etmedim. İhbar etmeye lüzum yoktuÇünkü ben kendisini tanıdığım zaman sicilli bir insandı. Niye ihbar edeyim nesini ihbar edeyim.

Sabahattin Ali sinop cezaevine kondu. Orda gördüklerini duyduklarını şiirlerine öykülerine dökmeye başladı. Bugün hala şarkısı dillerden düşmeyen "aldırma gönül aldırma" şiirini Sinop Cezaevi'nin kalın duvarlarına vuran dalga seslerini dinlerken yazdı.

1937 yılında dünyada en çok sevdiğim varlık dediği kızı filiz dünyaya geldi.

müzehher vanu Çok çok severdi kızını.Üsküdar cezaevinde idi sanırım Selahattin.Gittim arada gördüm hemen tabii ilk iş Filiz'i sordu. Bir daha gelişte Filiz'i getir dedi.

1945 yılında tüm türkiye de esen sağcı rüzgarlar onu da etkiledi. milli eğitim bakanlığı bu sakıncalı öğretmeni merkeze çağırdı. sabahattin ali istifa ederek hayatını yazarlıkla kazanma kararı aldı. Bu karar Sabahattin Ali'nin hayatında çok önemli bir dönemeç oldu. Tekrar İstanbul'a döndü. Vala Nureddin, Mehmet Ali Aybar, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz gibi dönemin en sakıncalı isimleri ile dostluklar kurdu. Aziz Nesin'le birlikte ünlü Marko Paşa dergisini çıkarmaya başladı. Marko paşa sosyal siyasal içerikli bir mizah dergisiydi. Dönemin hükümetini ağır bir dille eleştiriyordu.

"totoliterlik merdiveniyle demokrasiye ulaşmaya yeltenmiş olan chp'nin bir gün ayağı kaydı ve kendini faşizim'in kucağında buldu.bu hadise 1934 yılında oldu.vatandaş bu tarihi unutma"

Marko Paşa büyük ilgiyle karşılandı ama çok geçmeden sıkıyönetim tarafından kapatıldı. bu dergi Sabahattin Ali'nin başına çok dert açtı. Sık sık kısa süreli de olsa cezaevine girip çıkıyordu. Aynı günlerde son kitabı Sırca Köşk'te bakanlar kurulu kararı gereği toplatıldı. Sabahattin ali yavaş yavaş muhalif yaşamının sonlarına geldiğinin de farkına varıyordu.

" …Hayatımda hiç bu günlerdeki kadar sıkılmamış ve imkansızlıklar içinde çırpınmamıştım. sizi düşünmekten deli olacağım. filiz yaşında yahut ona yakın bir çocuk görünce elimde olmadan gözlerim yaşarıyor."

Sabahattin Ali 24 Ocak 1948 tarihinde eşine yazdığı mektupta ruh halini böyle anlatıyordu. 1948 yılında hakkında yeni bir tutuklama kararı çıktı. Bu kez cezaevine girmemekte kararlıydı. En yakın dostlarının evinde gizleniyordu. Bazı geceler dönemin en ünlü avukatı Mehmet Ali ve eşi ilk sanat galerisi maya'nın sahibi Adalet Cimcoz'un, bazen yazar Rasih Nuri İleri'nin bazen de gazeteci Vala Nureddin'in evinde kalıyordu. Ancak bu kaçak haattan çok sıkılmıştı. geceleri gizlice evden kaçtığı dahi oluyordu.

hıfzı topuz Rasih'lerin evinde gizlenirken deri ceket giyiyor yakası kalkık, gözünde gözlükler, başında kasket ve ben kalkıp Taksim gazinosuna gidiyorum diyor veyahutta gazinoya gidiyor. Mülkiyeliler balosu varmış ne var o baloda kimler var bütün mülkiyelilier onlarda hep üst düzeyde insanlar vali Lütfi Kırdar var ondan sonra CHP müffettişi Abidin Özmen var .Gidiyor aaa diyorlar bunu görenler herkes bunu tanıyor buyur diyor Lütfi Kırdar'ın masasına oturuyor.yani aranan kaçak bir adam polisten gizleniyor Lütfi Kırdar'ın masasına oturuyor.

kendini kapana kıstırılmış gibi hissediyordu. Sabahattin Ali nin hayatında bir yandan geçim sıkıntısı da başlamıştı. İstanbul'daki baskıdan kurtulmanın ve para kazanmanın bir yolunu arıyordu. Sonunda o yol bulundu. Sabahattin Ali dostu mehmet ali cimcoz un önerisiyle kamyon işletmeciliğine soyundu.

mazehher vanu daha önce bize geldi kamyon alacağım dedi, ne yapacaksın kamyonu dedi Vala. Ne yapayım ne işi yapayım dedi.En zararsız kamyonculuk. Alırsın benzini gidersin orda kavunları yükler bilmem nereye götürürsün dedi. Sebahattin'ciğim öyle kalır mı dedi Vala. Böyle birşeyi nasıl tasavvur ediyorsun dedi. Eğlenceli bir iş dedi o da. Bu cevabı hiç unutmuyorum.

Sabahattin Ali Kamyonculuktan umduğu parayı kazanamadı. kendini kapana kıstırılmış gibi hissediyordu. ve Bu kapandan çıkmanın tek bir yolu var gibi görünüyordu;

rasih nuri ileri; Bir çok dava vardı.Birçok mahkumiyet gelecekti.o stres içinde o psikolojik durum içinde yurt dışına kaçmaktan yurtiçinde iken de gizlenmekten başka çare bulamadı.

Kamyonuyla peynir almak bahanesiyle edirneye'ye gidecek, ordan da bulgaristan a geçecekti. Plan çok geçmeden uygulamaya koyuldu. Sabahattin ali arkadaşlarına veda ziyaretlerine başladı.

müzehher vanu: ben arkasından su döktüm mesela.
Adettir diye kendi de güldü ben de güldüm.

Soğuk bir kış gününün puslu havasında sabahattin ali nin bütün hayatı gözlerinin önünden kayıp gitti. Artık yolculuğun sonlarına yaklaşılıyor, ufukta kırklareli görünüyordu.

puslu bir havada ağır ağır ilerleyen kamyon 8 saat sonra kırkareline giriyordu. sabahattin ali, ali ertekin ve şoför salim'i kısa bir çay molası için durdular. sabahattin ali heyecanlıydı, ali ertekin yüzünden tedirginlik okunuyordu. . şoför salim'in ise hiçbirşeyen haberi yoktu. Bu yolculuğuda da diğerleri gibi sıradan bir iş seyahati zannediyordu. sabahatin ali ve ali ertekin kısa bir süre sonra planladıkları gibi şoför salim den ayrıldılar. ona peynir almak için civardaki çiftlikleri dolaşacaklarını söylediler. Sonra da ormanın içine doğru yürüyerek gözden kayboldular.

günlerç geçiyor ama sabahattin ali den haber gelmiyordu. dostları uzun süre sesesizce dönmesini beklediler. önce meraklandılar sonra ise endişelenmeye başladılar. ancak en yakın arkadaşlarından birisi vardı ki, o sabahattin alinin yurt dışına kaçacağını biliyordu. Halet Çambel bugüne kadar sabahattin ali nin ailesine bile söylemediği bu sırrını bugün açıklıyor.

halet çambel Bunu ilk defa size anlatıyorum.Gitmeden önce biz eski Vaniköy'de oturuyorduk.O vakit bu evde değildik. Geldi dedi ki Halit ben gideceğim ne zaman geleceğim ne yapacağım da belli değil. Bizim evde yani Aliye ile Filize sen mukayat ol, sen ilgilen sen onlarla bak sana emanet edeyim dedi. Ben dedim ki Sabahattin deli misin ben iki kişiye birden nasıl bakarım zaten Halit içerde ancak kendimize bakıyoruz bunu benim yapmama madden imkan yok.

istanbul'da sabahattin ali'den gelecek en ufak bir işaretin yolunu gözleyen iki kişi daha vardı. hatta onlar halet çambel gibi yalnızca sablahattin ali nin kaçma planından haberdar değillerdi. Aslında bu iki kişi bu planın birer parçasıydılar. Bunlardan biri ünlü matemetakçi, galatasaray lisesinin eski müdürlerinden salih zeki bey in oğlu ve aynı zamanda halid edip adıvar ın da üvey oğlu olan faruk sayar dı. Diğeri ise Sabahattin ali nin sık sık evinde kaldığı dönemin ünlü solcularından rasih nuri ileri. eğer sabahattin ali kaçmayı başarabilirse onlarda arkasından gideceklerdi.

rasih nuri ileri Hapishanedeyken tanıdığı berber Hasan yine hapisaneyken Ali Ertekin Bulgaristana adam kaçırdığı profesyonel olarak adam kaçırdığı anlatınca bu yoldan istifade etmek istedi.Sabahattinde de bu eğilimi görünce bunu kullandılar.Para mukabile bu hududu geçeçekti.Ve orada iki arkadaş daha var onlarda benden sonra gelecekler diye benle Faruk Sayan'ı Ali Ertekine söyledi.Pasaport alamıyordu ben de alamıyorudum. Hapisten çıktığında da bu Ali Ertekin berber hasanla olan komunazon anlattı gelin beraber kaçalım dedi.

Sabahattin Ali gitmeden önce rasih nuri ileri ye uğraşmış, çantasını hazırlamış ve kaçış planı en ince ayrıntısına kadar tekrar gözden geçrilmişti.

rasih nuri ileri Sabahattin kaçtı. Kaçarken silahını aldı.topçu silahı var meşhur Puşkinin kitabını aldı çantasını beraber yaptık.Ve ismet paşa cumhurbaşkanın mektubunun koydu. Bana iki mektup verdi. Bir tanesi Aliye hanıma karısına üzülerek kaçtığını yazdı. Fakat hududu geçtikten sonra ben aliye hanıma verecektim. Bir de Mehmet Ali Cimcoza bir mektup kalın bir mektup, o mektupta yine uzaklaşmaya mecbur kaldığını söylüyordu.

çok dikkatliydiler. eğer sabahattin ali den kaçabildiğine dair bir haber alamazlarsa onlar asla harekete geçmeyeceklerdi. bunun içinde yalnızca üçünün anlayabileceği bir yol bulmuşlardı.

sabahattin ali nin gidişinin üzerinden bir kaç gün geçti. rasih nuri ileri ve faruk sayar artık zamanın geldiğini düşündüler. biraz ürküyorlardı ama başka çarelerinin omadığını düşünüyorladı. sonunda planladıkları gibi topkapı da berber Hasan'ın dükkanına yeşil mürekkepli kartı almaya gittiler.

rasih nuri ileri Öncü olarak o gidecekti. Ve aramızda da bir parola oldu. Parolamızda da yeşil mürekkepli kalemimiz vardı. Boş bir kart vizit üzerine imzasını atacaktı.İmzasındaki noktalardan yani nokta olup olmadığından sınırı geçip geçmediğini anlayacaktık.

sabahattin ali giderken rasih nuri ileriye 2 de mektup bırakmıştı. biri eşine, diğeri de uzun süre yanlarında kaldığı yakın dostları mehmet ali cimcoz ve eşi adelet cimcoz'a. rasih nuri ileri yeşil mürekkepli kartı alınca sabahattin ali nin kaçtığını düşündü. çünkü herşey olması gerektiği gibiydi. yeşil mürekkepli imzanın üzerinde küçük nokta tam yerindeydi. rasih nuri ileri de çok geçmeden mektupları yerlerine iletti.

" Sevgili karıcığım, bu mektubu aldığın zaman ben İtalya, Fransa veya Londra'da olacağım. Filiz7in okulu biter bitmez sizi yanıma aldıracağım. Mehmet Ali Aybar ve Mahmut Dikerdem sizinle ilgilenecek. Size İş Bankası'ndaki hesabıma para göndereceğim... Sen benim tutumlu karıcığımsındır, idare etmesini bilirsin. Filiz7i ve seni hasretle binlerce defa kucaklar, dudaklarından öperim."

"Sayın Mehmet Ali Cimcoz bu mektubu aldığınız zaman ben bir müddet için ortadan yok olmuş olacağım. Herkesin beni geçen seferki gibi tebdil dolaşır bilmesi münasiptir. Bu kararı vermeden çok düşündüm. Yepyeni ve daha müsait bir hayata başlamak kararını müthiş nefis mücadelelerimden sonra verdim... benden tekrar haber alacağınızı sanırım. Çoktan verdiğim bu kararı tatbikte bu kadar geç kalışımın sebebi karım, çocuğum ve sizdiniz. Hepinizin beni affetmesini ve tekrar buluşuncaya kadar sevgi ile hatırlamanızı dilerim. kamyonu fevkalede güevenilir bir kişi olan Hasan tural işletebilir. isterseniz kamyonu ona teslim edebilirsiniz."

sabahattin ali nin kaçacağından hiç haberi olmayan arkadaşları ise iyice telaşlanmışlardı. yakın dostalrının başına birşey gelmesinden endişeleniyorladı.



müzehher vanu Öldürüldü diye geldi aklımıza haber çıkmayınca Sabahattin'den ona soruyorum yok buna soruyorum yok o geliyor sana soruyor nerde haber aldın mı diyor yok.E ne olur mutlaka öldürdüler dedik.

Sabahattin Ali'nin gidişinin üzerenden aylar geçti ama ondan hiçbir haber çıkmadı. ta ki 12 ocak 1949 sabahına kadar. o gün İstanbullu'lar gazetelerini alır almaz birinci sayfadaki bir cinayet haberi ile irkildiler. manşetlerde solcu yazar sabahattin ali 'nin hududu aşarken katledildiği yazılıydı. Bulgaristan'a para karşılığında adam kaçıran bir şebekenin Ali Ertekin adlı elamanı yakalanmış ve sorgusunda ünlü yazar Sabahattin Ali'yi öldürdüğünü itiraf etmişti.. Ali Ertekin'in evinde yapılan aramada Sabahattin Ali'ye ait gazeteler, belgeler, dergiler bulundu.. Ertekin polisteki ilk ifadesinde cinayeti nasıl işlediğini en ince ayrıntılarına kadan anlatıyordu. .

"Sabahattin Ali, Bulgaristan'a kaçmak istiyordu. Berber Hasan Tural kendisini kaçırmak için para hususunda anlaşmış. bana haber verdiler. kırklareline kamyonla geldik. Kendisinin sabahattin ali olduğunu ozaman anladım. Memleket dışına çıkınca yapacağı kötülükleri düşündüm... kendisini yanlış yola saptırdım, bir dereye indik. karşıda bulgar hudut köyleri görünüyordu. fakat yorgunuz bu geceyi burda geçirelim yarın akşam hududu geçeriz dedim. razı oldu. ateş yaktık. geceledik. ceketini çıkartıp yastık yaptı, yattık. arkası dönüktü. Çünkü şimdiye kadar memleket içinde bir çok fenalıklar yapmıştı. Milli hislerimin incindiğini hissettim. kendisini geri döndürmek te mümkün değildi.
Onun için öldürdüm. Geceledik otuturken başına vurdum öldürdüm."

Türkiye günlerce ali ertekin in itiraflarını konuştu. O günlerde gazetelerin de kahvehanelerinde neredeyse tek konusu da bu olaydı.

edirne kahvesinden ismini söylemek istemeyen yaşlı amca; Sabahahittin Ali'yi üsküp merasında öldürdüklerinden duyduğumuz muhabbet bu. İki kişi gelmişler öldürmüşler ondan sonra onu oradan berber arkadaşı varmış hanımıyla beraber soruyor benim beyim nerde diye, bu muhabbet o zamanlar meydana çıkıyor. Bunu bulanlar esas üsküp sırt başları korkudan haber vermiyorlar ondan sonra bizimkiler de duyunca esas bu yayılıyor.

Bulgaristan'a gizlice giderken öldürülen sabahattin ali olayı gündeme bomba gibi düşmüştü. Gazeteler olayla ilgili her gelişmeyi okuyucularına duyuruyorlardı. Sabahattin Ali'nin dostları arkadaşlarının öldürüldüğüne bir türlü inanmıyorlardı. İşin tuhaf yanı gazetelerde benzer haberler yapıyordu. öldürüldü öldürülmedi tartışmaları sürerken, daha önce bulgaristan sınırında bulunan bir cesete otopsi yapılması gündeme geldi. Başvuru üzerine ceset mezardan çıkarıldı ve otopsi yapıldı. Ceset tanınmaz haldeydi ama doktorlar üzerindeki kıyafetlerden bu cesetin sabahattin ali ye ait olduğuna kanaat getirdiler. oysa cesedi bulan çobanlar çok farklı konuşuyorlardı.

"cesedi tanımak imkansızdı. her tarafı kemik yığını haline gelmiş. sağlam kalan tek şey saçlar diyebilirim. siyah ve aralarında tek tük beyaz telleri olan saçları vardı. tahminime göre uzunca boylu biri idi. saçları da uzunda. hatta önce kadın zannettim. "

Sabahtttin Ali'nin dostları da aynı görüşteydiler.
Onlara göre de ceset Sabahattin Ali'ye ait değildi.

halet çambel Öldüğü duyulduğunda arkadaşları dediler ki Almanyada yapılmış bir kronu varmış, bir de yedek subayken kolu kırılmış bileği alçıya alınmış. Tam kaynamamış biz sabahattinin tanırız dediler.bu laf duyuldu, o laf duyulduktan sonra kimseye ceseti göstermediler.Cimcoz hariç yasal olarak gösterilmesi lazımdı. Normal olarak bir ceset bulunduğunda ilk defa en yakınlarına gösterilir. Karısı, anası, kardeşi gösterilir. Ceset uzun boyluydu, sabahattin uzun boylu değildi. Benim boyumdaydı.

aynı günlerde sabahattin alinin bazı dostları, avukat mehmet ali cimcoz un mlli emniyetten olduğu ve sabahatin ali yi ihbar ettiği iddialarını ortaya attılar.

rasih nuri Sabahattin ali cimcozların milli emniyetle ilişkilerini biliyordu. Ama kendine müthiş güveniyordu, ben polisten akıllıyım diyordu.İkincisi de cimcozlar bana birşey yapmazlar diyordu.

cimcozların manevi kızları müşerref cimcoz ise bu iddanın tamamen asılsız olduğunu söylüyor.

müşerref cimcoz mehmet ali cimcoz pasaport alamıyordu. Milli emniyet ajanı olsaydı.Vip'den giderdi. Sabahattin'in ihbar edildiğini zaten kapı altından atılan kağıtla öğrendi.

Ceset Sabahattin Ali'ydi ya da değildi, Mehmet Ali Cimcoz ajandı ya da değildi . Bu tartışmalar sürerken, olay mahkemeye inhtikal etti, duruşmalar başladı. Ali Ertekin duruşmalarda cinayeti nasıl işlediğini büyük bir soğukkanlılıkla anlatıyordu.

"yolda kestiğim ve elimde taşıdığım sopayı omzuna indirdim. sabahattin ali inleyerek yere uzandı. tekrar yerinden kalkmaya teşebüs edince, belki cebinde tabanca varse vurur endişesiyle ikinci bir darbe salldım. bu başının sol tarafına isabet etti. aynı şiddetle bir daha vurdum. yere yıkıldı ağzından burnundan kanlar boşaldı."

17 eylül günü davanın seyrinde çok önemli gelişme oldu. Milli emniyet memurlarından zeki kayraklı nın ifadesi alındı. Zeki Kayraklı ifadesinde Ali Ertekin'le milli emniyette görevli olduğu sırada tanıştığını açıkladı. Ali Ertekin ise Zeki Kayraklı'nın herşeyden haberi olduğunu iddia ediyordu. Duruşma Sabahattin ali'nin öldürülmesini kim organize etti tartışmalarına gelmişti ki, sanık avukatları hemen araya girerek gizli duruşma talebinde bulundular.
Gerekçeleri ise şöyleydi.

"şahit zeki nin açıklamalarından sonra artık bu hadisenin milli bir his tesiri altında vuku bulduğu kendiliğinden anlışılmıştır. Hadisenin sıhhati bakımından alakadar emniyet memurunun burada gizli olarak huzuren dinlenmesini taleb ederim"

Bu talep kabul edildi. ve ertesi gün gazeteler "katil ertekin in milli emniyette çalıştığı bildirildi"başlığıyla çıktı. Duruşmalar birbirini takip etti, birçok insan dinlendi.
Sonunda karar günü geldi. 15 ekim 1950 tarihinde Ali Ertekin af kanunu ve bazı hafifletici sebeplerden dolayı 4 sene ağır hapse mahkum edildi. Ama kimilerinn iddialarına göre ali ertekin cezaevine hiç girmemişti ki.

halet çembel Ben vaniköydeydim .gazete okuyordum.düşündüm böyle birşey olamaz.anadolu hisarında bir arkadaşım sen zannediyormusun ali ertekin hapiste çıkamaz burda geziyor dedi..ben tanıyorum.anadolu hisarında geziyor dedi. Hiçbir zaman ali ertekinin bu işi yaptığına inanmadım.çünkü tutan birşey yok. Yok milli hisleri kabarmış da olacak şey değil o halde huduttan geçerken tutup da kitap okumazsınız.

Dava sonuçlanmıştı. Ancak olaydaki bazı karanlık noktalar hala aydınlığa kavuşturulamamıştı. Zira her duruşmada yeni soru işaretleri ortaya çıkmış ve çoğu da cevaplandırılamamıştı. Kaçışı organize eden berber Hasan Tural ve bir kaç tanık emniyetteki ifadelerinin değiştirildiğini iddia ediyorlardı. Sanık Ali Ertekin'in ifadeleri de birbirini tutmuyordu. Bir duruşmada Sabahattin Ali nin kafasına 2 kez vurdum diyor, diğerinde ise 3 kez diyordu. Ali Ertekin Sabahattin Ali'nin başının sol tarafına vurduğunu söylüyordu. Oysa doktor raporları tam tersini belirtiyordu. kafatasının sağ tarafında darp izi vardı. ayrıca ali ertekin in milli hislerle öldürdüğü bir adamın eşyalarını taşıyıp istanbul a kendi evine getirmeside dikkatlerden kaçmıyordu.

rasih Nuri ileri Şey de normal değil Ali Ertekin bir cinayet işlese ne diye saklar. Suç delilini saklamak kadar büyük bir yanlışlık düşünülemez.

Aslında Ali Ertekin tatbikat sırasında olay yerini gösterirken de yanılmıştı. Sabahatin aliyi sınıra çok yakın bir yerde öldürdüğünü söylemiş ancak ceset sınırdan 35 km içerde bulunmuştu. Sabahattin ali cinayetindeki bu çelişkiler hiç aydınlatılamadı. Rasih nuri ileri yıllar sonra bu çelişkilere bir de yenisini ekledi.

rasuh nuri ileri. Ölüme gittiği son seyahatinde yanında çok önemli bir mektup vardı, cumhurbaşkanlığından yazılmış bir mektup.O sırada sabahattin bir sosyolist partinin kurulmasına izin verilmesini, izin almak istiyoruz diye yazmıştı. İnönü de kanuna açıktır isteyen parti kurabilir kurmanıza bir engel yoktur diye bir yanıt vermişti. Polisten gizlenen belgelerden bir tanesi de odur.

Duruşmalar boyunca ne bu silahın ne de mektubun adı geçiyor. Rasih Nuri İleri bugün eski dostunun sınırı geçtiğini zannettiği bir sırada polis ya da milli emniyet güçleri tarafından tuzağa düşürüldüğünü ve işkence sırasında öldüğünü ileri sürüyor.

rasuh nuri ileri. Kırklareli'nde emniyetin bir lokalinde ölmüş olduğu apaçık ortada diyor. Neden orada öldü. Polisin niyeti her zaman bir örgüt bulmak. Ali Ertekin de 3 kişi olduklarını bildiğine göre ben ile faruk ikimiz yakalanmadığımıza göre Sabahattin bizim ismimizi söylemeden ölmüş olması lazım. Onun kalbi dayanmamış ve kafasına birşey vurup öldürmüşlerdir diye düşünüyoruz.

Bu iddalarına dayanak olarak ise 12 mart askeri darbesi sırasında bir kurmay yarbayın kendisine söylediklerini gösteriyor. çünkü o günlerde selimiye kışlasında yatan talat turhan, rasih nuri ileriye sabahattin ali nin işkence sırasında öldüğüne dair bir duyumu olduğunu söylemişti.

talat turhan Adnan Çakmak emniyet müffettişiydi..müffetişlerin istanbul grubuyla Yeniköye rum meyhanesine gittik..yanımda bir kişi oturuyordu. Şu anda isimini de cismini de bilmiyorum, epeyce alkol aldıktan sonra İstanbul emniyet müffetişi dedi ki ben 40'larda Kırklareli'nde komiserken Sabahattin Ali'yi ben sorguladım ve elimde kaldı dedi. Sonra da bildiğiniz o senaryo devam etti.

Adnan çakmak yaşamı boyunca bu konuda hiç konuşmadı. yıllar sonra 1978 yılında bir başka iddia avukat mehmet ali cimcoz tarafından ortaya atıldı. Cimcoz olay hakkında araştırma yapan gazeteci kemal bayram a ilginç bir açıklamada bulundu. sabahattin ali nin öldürülmesi olayını soruşturan komünist masası şefi parmaksız hamdi avukat cimcoz a ölüm emrini veren kişinin adını vermişti.

"Parmaksız hamdi ye sordum. Peki kimler onu öldüren? onu bu hala getiren falancadır" dedi.
O hepimizin tanıdığı bir adam. İsmini söyleyemeyeceğim mazur görün. Hamdi bey allah ona çektirecek dedi. Söyledikleri kişi bugün ölmüş durumda. Hatta parmaksız hamdi nin söylediği gibi korkunç derecede çekerek öldü. Mesleği yazar gazeteci idi. Ama ismini söyleyemem. Mazur görün. Kendisi öldü ama ailesi var. Çevresinde oldukça iyi bir isim de bırakmış biri. isbat et diyeceksin ama kimle isbat edeyim?"

Hıfzı Topuz çok konuşulan kitabı eski dostlada da aynı olaya yer veriyor ama isim vermekten kaçınıyor. Biz bu olayı sorduğumuzda ise laf arasında nihat erim in adını geçiriyor.

röp hıfzı topuz; Mehmet Ali Cimcoz'u da 24 saat sorguya çekiyor parmaksız hamdi .ondan sonra Mehmet Ali'nin katiyen bu işe bulaşmadığı anlaşıyor ve bırakıyorlar.Epey sonra Nihat Erim öldükten sonra parmaksız hamdi ile Mehmet Ali ahbap oluyorlar.o zaman anlatıyor parmaksız hamdi Mehmet Ali'ye yapan milli emniyettir..onlar yaptılar bu işi diyor. Bunu dinleyen adam da çok feci bir şekilde öldü diyor..o zaman partinin üst düzeyde görevliydi diyor.Yaman bir gazeteciydi diyor. Feci şekilde öldürüldü diyor.

Ünlü politikacı Samet Ağaoğlu 14 ocak 1949 günü sabahattin ali nin ölüm haberinin duyulmasından iki gün sonra günlüğüne şunları not etmişti.

"dün menderes, sabahattin ali nin hükümet tarafından öldürüldüğünü hadisenin on gün kadar evvel olduğunu, hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü, eğer geçmişti 33 kişinin öldürülmesi hadisesi olmasaydı, meydana çıkarmamak yolunu tutacaklarını, fakat buna imkan bulamadıklarını bunun içinda hadiseye gazetelerde yazılan şeklini verdiklerini anlattı. açılan yolun fena olduğunu söyledim. doğru inşallah bununla ebediyyen kapanır cevabını verdi."

ama kapanmadı. belikde yeni açılıyor.ama sabahattin aliyi en iyi yine sabahattin ali anlatıyor... sezenksunun yıllar sonra alıp notalarla ete kemiğe bürüdüğü şarkısında sanki öldürüldüğü edirnede bir dağ patikasını tahmin etmiş ve başına gelecekleri önceden sezmiş gibi .....

not: Sabahattin ali fotoğrafları " filiz hiç üzülmesin " adlı kitaptan alınmıştır.

Başa dön


Radikal-28.02.1999

 

'Benim meskenim dağlardır'

Sevdikleri onun İngiltere'de ya da Fransa'da olduğunu sanıyorlardı.
Oysa ölüm Sabahattin Ali'yi Kırklareli'de yakaladı. Yaşamasına izin verilseydi ünlü yazar 25 Şubat'ta 92. yaşını kutluyor olacaktı

"Dönüşü olmayan gidiş, gidiş değildir". Ursula Le Guin'in, "Mülksüzler" adlı kitabından hatırlıyorum bu cümleyi. Ne anlatılmak isteniyordu bununla? Çoğu kez, bir daha hiç dönmemeyi dileyerek gitmeyi düşünürüz çünkü. Bu şekilde tasarlanarak oluşturulmuş bir "gidiş", neden "gidiş" olmasın? Her şeyden ve herkesten uzakta.. Belki tam da her şeyin ve herkesin ortasındayken yine de uzakta.. Sadece ben 'net'im, geriye kalanların hepsi flu.. İşte yakalandım: Ben net isem, benim dışımdakiler neden flu olsun? Belki de sandığım kadar net değilimdir? Bundan dolayı içimde başlayan her yolculuk, geç kalmış bir keşif ve hatta yanlış sapılmış bir yol. Giderken yönümü kaybetmeyeyim diye attığım ekmek kırıntılarını kuşlar yiyor ve ben geri dönemiyorum. Aslında neden çakıl taşı ya da ne bileyim boncuk falan atmadım da küçük ekmek taneleri attım? Kuşların taş veya boncuk türünden şeyleri yemediklerini biliyorum da ondan. Onlar ekmek tanelerini yesinler ve ben yolumu kaybedeyim.
Sabahattin Ali, kayboluşları anımsatıyor bana. Biraz, kendi somut, fakat bilinmeyen kayboluşu ve biraz da yazdıklarından dolayı herhalde. "Babamdan haber alamamamız annemi çok tedirgin etmiyor. Rasih Nuri İleri eliyle gönderdiği mektupta babam `bu mektubu aldığın zaman ben İtalya, Fransa ya da İngiltere'de olacağım. Filiz'in okulu bitince sizi de yanıma aldıracağım...' dediğine göre endişelenecek bir şey yok." (Filiz Ali, Varlık, Nisan 1998) İtalya, Fransa veya İngiltere'de olduğu sanıldığı sırada Sabahattin Ali öldürülmüştü.
"Yerim soran bulunursa, Benim meskenim dağlardır."
Bu dizelerini hatırlıyorum hemen, O'nun "aslında" başka herhangi bir ülkede olmadığını, tamamen başka bir diyarda olduğunu düşününce... Bir de, bir romanı, "İçimizdeki Şeytan" var, bana kayboluşları anımsatan. Bu romanında yazar, yaşadığımız kayboluşları örnekliyor: Yüce amaçlar uğruna veya amaçsızca kapılıp gitme heveslerimiz yüzünden yaşadığımız kayboluşlar...
2 Nisan 1948'de Kırklareli'de kafasına vurularak öldürülen Sabahattin Ali'nin 25 Şubat 92. doğum yıldönümüydü. Kitap okurken öldürülen yazarın, özellikle toplumcu yönünün altı çizilir ve hikâyelerine vurgu yapılır. "Bir Orman Hikâyesi" adını taşıyan ilk hikâyesi, dönemin demokrasi yanlısı, emperyalizme ve faşizme karşı savaşan dergilerinden Resimli Ay'da yayımlanmıştı. Nazım Hikmet, "Sabahattin Ali Üstüne" başlıklı yazısında, yazarın yaşam içindeki `duruş'undan söz eder: "Sabahattin'in ilk hikâyesini 'Resimli Ay' dergisinde, o devirdeki 'Resimli Ay'da yayınlaması, yazarın o zamanki edebiyat, dolayısıyla politika cereyanları arasında belirli bir safta yer alması demekti. İlk yazısını bize getirişi Sabahattin'in anti - emperyalist, demokratik temayülünü gösteriyordu." O'nun toplumculuğunu vurgulayan bir başka isim Atilla Özkırımlı, "O Güzel İnsanlar" isimli kitabında "Sabahattin Ali'nin önemi, şiirde toplumcu arayışların başladığı bir dönemde öyküde toplumcu bir anlayışa yönelmiş olmasından gelir" diyor. Hikâyelerinin bir bölümünü 4012 numaralı bir edebiyat öğrencisinin kitabından okudum. Varlık Yayınları'ndan çıkmış: "Son Hikâyeler-Esirler". Eylül 1966 basımı. Sarı yapraklı. Güzel kokuyor. Eski kitapları satıyorlardı. Aldım. Ve de çok şaşırdım: Bu edebiyat öğrencisi, böyle bir kitabı nasıl gözden çıkarmıştı. (Öğrencinin adı da yazılı, ama ben söylemeyeceğim. Belki pişman olmuştur, sonra gelip almak ister.)
Sabahattin Ali'nin köy sorunlarına yaptığı vurguya ve sorunları gerçekçi bir anlayışla işlemesine değinilir. Bu ele alışın bir "tavır" almayı da beraberinde getirdiğinden söz edilir. Bir zamanlar 4012 numaralı edebiyat öğrencisine ait olan (sadece bir zamanlar) kitaptan, yazarın bu şekilde nitelendirilmesine sağlayan örnek bir öykü, "Cankurtaran". Cankurtaran, on beş yaşındaki Asiye'yi kaçırıp gebe bırakan İbrahim'in öyküsüdür.
Belki de on beşinde İbrahim'e varan Asiye'nin. Ya da ikisinin de değil. Doğum sancısıyla kıvranan Asiye'yi doğuma almadan evvel İbrahim ile 400 liranın pazarlığını yapan doktor muydu anlatılan? Neyse ne, İbrahim ameliyat sonrasında parayı denkleştiremediği için Asiye'yi rehin alan doktorla son bir kez konuşup olaya noktayı da koyar: "`Doktor bey' dedi, `harmanım yüzüstü kaldı, evim perişan oldu. Sen bizim karıyı veriyon mu, vermiyon mu?' Onun bu halinden kuşkulanan, fakat renk vermek istemeyen Cankurtaran, önündeki bazı kağıtları karıştırarak, başını kaldırmadan: 'İki yüz elli lira getirir, karını alırsın! Fazla isteme- yeceğim.' dedi. (...) `Al öyleyse senin olsun. Köyde karı yok değil a! Hayrını gör!'" Öküzünü satmış, harmanını toplayamamıştı. Belki de tek gerçek buydu. Ama tek tek Asiye, İbrahim ve doktor, onların gerçeklikleri de ihmal edilmez Sabahattin Ali öykücülüğünde. Atilla Özkırımlı aynı kitabında, Sabahattin Ali'nin öykülerinde, bireyin ve bireysel olanın, toplumsalın içinde kaybolmadığından, "insan"a da vurgu yapıldığından söz ediyor: "O'nu dönemindeki gerçekçi öykücülerden ayıran en önemli özellik, öykülerindeki insani boyuttur. Toplumsallığın ağır bastığı öykülerinde bile insan faktörünü boşlamaz Sabahattin Ali." Asım Bezirci de bir yazısında, üzerine vurgu yapılan insanların Sabahattin Ali'nin öykülerindeki yerine değinir: "Şair yaradılışlı bir yazar olmasına karşın, duygularını saklamaya, salt bir gözlemciymiş, bir anlatıcıymış gibi davranmaya çalışır. Ama dikkatli bir göz ve duyan bir yürek bu gizli sevgiyi sezmekte gecikmez. Yazarın, kendi kişisel sorunlarını unutarak hep Türkiye'nin çileli, çaresiz insanlarını hikayelerine konu yapması bu sevginin en somut belirtisidir."
Bir masal anlatarak bitirmeli bu yazıyı: "Bir zamanlar iri ağaçlı, uçsuz bucaksız bir ormanın kenarındaki çayırlıkta, başında çobanı ve köpekleriyle bir koyun sürüsü yaşıyordu." Bu koyun sürüsü hiç mutlu değilmiş. Çünkü başlarındaki çoban keyfi istediğinde içlerinden birini seçip kesermiş. Kimi zaman kestiğini yer, kimi zaman da kavurmasını yaparmış. "...koyunlar kanlı gözlü herif her göründüğünde korkudan titreşirler, birbirlerine sokulurlar, karşı koymayı akıl edemezlerdi. Ne yapsınlar? Bu dünyanın düzeni böyleydi."
Ama bu uzun süremezdi. Nitekim sürünün içinden farklı sesler çıkmaya başlamıştı. Koyunlar sonunda köpeklerin de yardımıyla çobanı alt ettiler. Fakat bu kez de köpekler başa bela olmuştu. Çok kayıp verdiler, ama sonunda gerçeği anladılar: "Bu dünyada çobansız da, köpeksiz de yaşanabilirmiş. Ama bunu anlamak için her defasında bu kadar kurban verecek olursak pek çabuk neslimiz kurur. Bari siz gözünüzü açın da, ileride başınıza yeniden itler, hele kendilerini kurt sanan palavracı itler musallat olursa, sürüyü canavarlara paralatmadan onları defetmeye bakın!" Masalın adı "Koyun Masalı". Masalın yazarı Sabahattin Ali.
Sabahattin Ali 92 yaşında...

 

başa dön


 18.09.2000-Evrensel

Sabahattin Ali'nin öyküleri ve Anadolu gerçegi

Sabahattin Ali de, çagdasi, bir yil farkla yastasi oldugu Sait Faik gibi çagdas öykücülügümüzü kuran bas ustalardan biridir.

Anadolu yasamindan kaynaklanan öykülerinde gerçekçi bir tutumla ezilen insanlarin acilarini, esitsizlikler, adaletsizlikler karsisindaki durumlarini, yoksulluk ve yoksunluklar içinde birakilislarini anlatir. Onun için kentten çok bir köy ve kasaba öykücüsü olarak ortaya çikar.

Sabahattin Ali, öykülerinde çevreye disardan bakmaz. O çevrenin içinde yasayarak olaylari ve kisileri izleyip elestirir. Böylece öykücülügümüzde gözleme dayanan gerçekçilik yerine "elestirel gerçekçiligin" daha da ileri giderek "toplumsal gerçekçiligin" öncüsü olmustur. Öykülerinde güçlü doga tasvirleri yaninda sergiledigi kati gerçekler, anlatimini da etkilemistir. Onun için öykülerinin sert ve çarpici bir havasi vardir.

Anadolu insaninin yazgisi

Anadolu insaninin yazgisi, "Kazlar" öyküsünde, kocasi hapiste olan Dudu'nun drami anlatilarak verilir. Dudu'nun köyün ögretmenine okuttugu kocasindan gelen mektupta:

"Evvela selam edip karisinin hatiri serifini sual ettikten sonra kendisinin pek o kadar iyi olmadigindan, kogustaki yerinin pisliginden ve bitten sikâyet ediyor. Dudu gelirken bir iki kaz getirirse bas gardiyanla müdüre vererek yerini degistirecegini, kogusun bas taraflarinda, biti az, temizce bir yere geçecegini söylüyordu.

" Dudu, küçük oglu Hüsnü'yü elinden tutarak evine döner. Kara kara düsünmeye baslar: "Topu topu bir kazi vardi; onun da yumurtalarini bakkal Ilyas Efendi'ye baglamisti. Kaz her gün yumurtlarsa, geçenlerde Hüsnü'ye içlik yapmak için aldigi bezin parasini bir ayda ödeyecekti. Simdi kazi sehre iletirse Ilyas Efendi evinde yorgan dösek koymaz, alir götürürdü. Hem sonra bir kaz... Halbuki Seyit iki tane istiyordu...

" Kazlari eltisinden isterse de alamaz. Çalar. Hapisanenin kapisina gider: "Dudu hapishaneye geldi. Kapinin önü tenhaydi. Sokuldugu zaman candarma itti ve 'Geri git' diye bagirdi. Kapida duran gardiyan, kazlari ve torbayi görünce onu çagirmak için elini kaldirdi. Fakat tam bu sirada birkaç hapis bir sedye çikardiklari için o tarafa gitti. ..... Sedye kapidan çikarken gardiyan biraz ötede duran Dudu'ya sordu: 'Kimi istedin?' 'Opruklu Seyit'i.' Gardiyan yüzünü burusturdu. Eliyle kapidan biraz evvel çikan ve bir gardiyanla hafif cezali iki mahkûm tarafindan musalla camiine götürülen sedyeyi göstermek üzereyken, gözleri tekrar kazlara ve torbaya ilisti. Elini uzatti: 'Içerde ama, bugün görüsme günü degil. Ver onlari da, sen haftaya gel!' dedi. ......

Dudu sehirde bir hafta kalabilir mi hiç? Hüsnü'yü kolundan tutup çekerek yürümeye basladi. Çocuk dönüp dönüp arkaya bakiyor: 'Hani ya babam?... Nerede ya babam!...' diye vizildaniyordu. Dudu çocugu hizla bir çekti: 'Ne diye bagirirsin?' dedi, 'Göstermediler iste!' Sonra biraz yumusadi: 'Harmanda geldigimizde görürüz!' Köye döndüler. Köye gelir gelmez Dudu'yu candarmalar yakaladi. Kaz çaldigi için kasabada mahkeme edildi ve üç aya mahkûm oldu. Yalniz, cezasini kaza hapisanesinde yattigi için, harman zamanina kadar, Seyit'in ölümünden haberi olmadi."

Isçi öyküleri

Sabahattin Ali'nin isçileri konu alan öyküleri çok degildir. Buna karsilik isçilerin içinde bulundugu durumu anlatan bu öykülerde köydeki aganin yerini kentte kapitalistin aldigini görürüz. Acimasizlik ayni acimasizliktir. Sömürü ayni sömürüdür. Isçilerin sosyal güvenceden, grev ve sendika haklarindan yoksun oldugu dönemlerde yazilan bu öykülerde isçilerin sömürülmesi, desteksiz ve yalniz oluslari anlatilir.

"Bir Gemici Hikayesi" adli öyküsünde isçinin yarina olan güvensizligini ve aci yazgisini söyle dile getirir: "Genç atesçi ara sira süngüsüne dayaniyor, bir an için kapadigi siyah kapaga gözlerini dikerek düsünüyordu: Üç dört sene sonra ne yapacakti? Bu öyle bir isti ki, en saglam adami birkaç senede tamamlardi. Ondan sonra makine yagciligina, vinççilige, hatta hamalliga geçmek, yari sakat ve çürük bir vücudu birkaç gün daha yasatabilmek için ugrasmak icabedecekti. Ve daha sonra? Allah bilir...

" Hastalandigi için fabrikadan çikarilan, günlerce issiz ve aç kalan bir isçiyi anlattiagi "Mehtapli Bir Gece" öyküsünde fabrikalarin sagliksiz ortamina deginir: "Son senelerde bir küçük fabrikada motörcü yamakligi yapiyordu, hastaligi orda iken basladi. Daha dogrusu küçükten beri zaman zaman kendisini yoklayan nefes darligi, bu fabrikanin havasiz, küçük motör dairesinde bogucu bir illet haline geldi."

Aga, devlet, köylü çeliskisi

"Kagni" öyküsünde aga, devlet, köyle çeliskisi çarpici bir biçimde anlatilir.

Bu öykü konusunda Asim Bezirci sunlari yaziyor: "Kagni'da toprak sorununun ardinda aganin gücü, kanunun geçersizligi, köylünün çaresizligi ile bürokrasinin, jandarmanin dolayli elestirisi ve oglunu yitiren bir ananin yürek burkucu drami saklidir."

Kagni; "Bir tarla meselesi yüzünden Savruklarin Hüseyin Arkbasi'nda Sari Memed'i vurdu" diye baslar.

Nurullah Ataç, bir yazisinda, bu baslangiç için sunlari yazar: ".... Güzel cümlelerle, su 'edebiyat' denilen seye tenezzül etmeden anlatmasi, dogrudan dogruya mevzua girisi bize soy bir muharrir karsisinda oldugumuzu bildiriyor. Bir genç adamin üslbunda, klasiklerindekini andiran bir çiplaklik, bir 'yalinlik' var."

Öykü söyle sürüyor: "Otuz evli köy birbirine girdi. Sasirdilar. Herkes korku içinde candarmalarin gelmesini bekliyordu. Halbuki karakol buraya alti saat uzakta idi; köyden kimse cinayet haberini götürmedikçe on bes gün bile ugramazlardi. Bu, köylünün aklina en geç geldi; ondan sonra köyün ihtiyarlari kahvede Hüseyin'in babasi Mevlut Aga'nin etrafina toplandilar. Sari Memed'in bir tek ihtiyar anasindan gayri kimsesi yoktu. Onu karsilarina aldilar davaci olmamasi için kendisine nasihat etmeye basladilar. .....

Bu sirada ölü disarida, kahvenin bahçesindeki peykede bir hasirin üstünde yatiyordu. Üstüne eski ve pis bir keçe örtmüslerdi. Basvucunda iki üç sinek dolasiyor, vinliyordu. ....

Kahvedekiler yavas yavas çiktilar. Kocakari, oglunun basucuna gidip oturdu. Bir eliyle sinekleri kovmaya, öteki eliyle ihtiyarliktan ve hastaliktan bir nohut kadar ufalmis olan gözlerini silmeye basladi. (...) birkaç delikanli cenazeyi alip evine götürdüler. Aksama dogru her sey eski haline gelmisti. Sanki uzun bir hastaliktan sonra eceliyle ölmüs kadar sükûnetle ölü yikandi ve gömüldü. Mevlut Aga ezandan evvel Sari Memed'in anasina iki tane sütlü keçi ile bir torba un ve bir kesakâgidi seker yolladi. Bir ay kadar sonra idi, köye iki süvari candarma geldi. Kahvenin önünde indiler. (....) Candarmalardan biri kahvede hemen kâgit kalem çikardi, muhtardan baslayarak herkesin ifadelerini almaya koyuldu. .... Sari Memed'in anasi ifadesinde hiçbir sey söylemedi. Yalniz: 'Ben kimseden davaci degilim!' dedi. 'Oglun eceliyle mi öldü, vuruldu mu?' sorgusuna bile ayni cümle ile mukabele ediyordu. .....

Ikindi üstü candarmalar mezarliga gidip köylülerle Memed'in ölüsünü mezardan çikarttilar. (...) Candarmalar Memed'in anasini çagirarak: 'Kos bakalim kagniyi! Oglunu kasabaya götüreceksin... Doktor muayene edecek!' dediler. .... Kadin kagnisini kostu, oglunun kurtlanmis ölüsünü parçaparça olmus bir yorgana sardi, eski bir silteyi kagniya serdi, ölüyü onun üzerine yatirarak hepsini birden bagladi. (....)

Gece olduktan sonra yalnizca yola düzüldü. Candarmalar daha evvel muhtari, imami, Savruklarin Hüseyin'i birbirine baglayarak önlerine katmislar ve yollanmislardi. ....

Halbuki altmislik kadin, kagnidan yayilan agir koku ile sersemlemis, sendeliye sendeliye yürüyor, bazen birdenbire hizlanan öküzlerin yaninda gitmeye çabaliyordu. Yavas yavas ayaklari sürüklenmeye, aglamaktan, içine akita akita aglamaktan daralan gögsü nefes alamamaga basladi. Kagninin kenarina tutunarak biraz daha yürüdü. Ayaklari birbirine dolasiyordu. Öküzlere "Oo oha" diye bagirmak istedi, sesi bogazindan çikmadi; elleri kagnidan kurtuldu, yere yuvarlandi, tozlarin içinde tekrar ayaga kalkarak kostu. (...)

Kagniya yetisemeden tekrar düstü, yüzü yolun beyaz ve kül gibi ince tozlarina gömüldü. Kagni, taslara çarptikça, üzerinde bagli ölüyü iki tarafa firlatarak ve yükselip alçalan uzun, yanik gicirtilar çikararak ve ay isiginin altinda ve gecenin sessizligi içinde arkasinda hafif bir tozlu bulutu birakarak, agir agir kendi bildigine ilerliyordu."

Yazarin çilesi

Sabahattin Ali, dogrulari dogrudan dogruya söyleyip yazdigi için hapishanelerden yakasini hiç kurtaramadi. Siyasal düsünceleri yüzünden birçok kereler hapislere girip çikti. Bu baskilar, yurtdisina kaçmak isterken ölümüne neden oldu.

Sabahattin Ali diyor ki

Son sözü yine ona birakmak gerek Sabahattin Ali'nin "Ne Istiyoruz" adli yazisinda istedikleri sunlar: "Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapilan her is, üç bes kisinin çikarlarina degil, bu topraklari dolduran milyonlarin yararina olsun. Herhangi bir karar alinirken, Izmir'deki ortak tüccar, Istanbul'daki ahbap milyoner degil, bu kararlarin altinda beli bükülen, çoluk çocuk inleyen yiginlar göz önünde tutulsun. Biz istiyoruz ki, bu topraklar üzerindeki insanlar, kafalarinda tasidiklari fikirlerden dolayi degil, bu yurdun ve bu halkin yararina yahut zararina yaptiklari islerden hesap versinler. Bu is incelenirken, koltuguna isinmis bes on hazir yiyicinin menfaati, keyfi degil, milletin hayri düsünülsün. Ve insanlari sahiden insan eden o en büyük nimet: Hürriyet, riyakar agizlarda 'adam avlama yemi' olarak kullanilmasin."

 


YENİ YÜZYIL-02.04.1998

Ölümü bile aldatmadı

 Tarih 31 Mart 1948. Hapisteyken tanıdığı Berber Hasan Tural'ın bulduğu Ali Ertekin aracılığı ile yurt dışına kaçma girişiminde bulunur.

Ve 16 haziranda ölüsü Kırklareli'nin Sezara köyü yakınında bulunacak, ama teşhis edilemeyecektir.

Fakat 12 Nisan 1949'da, İstanbul polisinin Bulgaristan'a adam kaçıran bir şebekeyi izlediği sırada yakalanan Ali Ertekin'in katili olduğu açıklanır.

Sabıkalı Ertekin, cinayeti 2 Nisan 1948'de "milli duygular"la işlediğini söyleyecek ve Kırklareli Ağır Ceza Mahkemesi'nde dört yıla hüküm giydikten sonra da aftan yararlanacaktır.

Yapıtları gibi yaşamı ile de ilginç bu adam, Cumhuriyet dönemi Türk hikayesinin yol açıcısı Sabahattin Ali idi ve bugün onun ellinci ölüm yılı.

Yaşamı ve yapıtları elli yıldan fazladır onu sevenlerin ezberinde. Çünkü bütün yapıtları önce Varlık, ardından Bilgi ve Cem Yayınları arasında defalarca basıldı. Şimdi de Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan Ramazan Korkmaz'ın "Sabahattin Ali" incelemesi eklenebilir.

Geçende yitirdiğimiz "yurt sürgünü "Pertev Naili Boratav, bakın nasıl anlatıyor onun hikaye dünyasını:

"Hikayelerinin pek çoğunun konularını, kendisinin doğrudan doğruya katıldığı olaylardan ya da onlara katılmış kimselerden aldığını da unutmamalı. Onun bir çok hikayelerinde kişiler, gerçek yaşamlarındaki adlarıyla kalmıştır. Anlatılarındaki 'gerçek' ögelerle, bunları geliştiren, zenginleştiren 'hayal ürünü' ögeleri ayırdetmek güçtür; bu aslında, her sanatçı için böyledir, ama Sabahattin Ali gerçek yaşamında da, hayalinden yarattığı olaylara, gerçekmiş gibi etrafındakileri inandırma oyununda, bir türlü, hikaye yaratıcılığının provasını yapmaktan ayrı bir tat duyardı."

Aziz Nesin de "Hikayeleri için kendi kurduğu hayallere kendisi de inanır ve başkalarını da inandırmaya çalışırdı" dedikten sonra ekliyor: "Halbuki o kimseyi aldatmış değildir."

O ki, Istranca dağlarında sonu belirsiz bir yolculuğa çıkarken ölümü bile aldatamamıştı.

Bu yüzden de elli yıldır aramızda yaşıyor.

SABAHATTİN ALİ

* 25 Şubat 1907'de Gümülcine'de doğdu.

* İstanbul İlköğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra Yozgat'ta bir yıl öğretmenlik yaptı, 1928'de Almanya'ya gönderildi.

* İki yıl sonra yurda döndü ve Aydın, Konya, Ankara ortaokullarında öğretmen olarak çalıştı, Devlet Konservatuarı'nda dramaturgluk yaptı.

* 1945'de bakanlık emrine alındı.

* 1948'de bir yazısı nedeniyle tutuklanarak üç ay kadar hapis yattı.

* 2 Nisan 1948'de Kırklareli dolaylarında öldürüldü.

* İlk yazıları 1925/26'da Balıkesir'de Irmak dergisinde çıktı.

YAPITLARI

* Şiir: Dağlar ve Rüzgâr.

* Öykü: Değirmen, Kağnı, Ses, Yeni Dünya, Sırça Köşk.

* Roman: Kuyucaklı Yusuf, İçimizdeki Şeytan, Kürk Mantolu Madonna.

İÇİMİZDEKİ ŞEYTAN'dan

Ömer sesi titreyerek ve bütün içini dökmek isteyen bir adam gibi ikide birde karşısındakilerin gözlerine bakarak okudu. Şiirde gölgesiyle bizi kovalayan, arkamızdan fısıldayan, buz gibi elleri ensemizde dolaşan ve bizi hiçbir yere kaçırmayıp sımsıkı yakalayan bir şeytandan, bizi sıska bir çocuk karşısında ürpertip titreten bir kuvvetten bahsediliyordu. Ömer bu şiiri bitirdiği zaman alnı ter içindeydi.

"Bakın şu satırlara!.." diyerek şiirin ortasından birkaç mısrayı tekrar okudu:

Onu ben çocukluğumdan,

İlk rüyalardan tanırım.

Yalnız yürüdüğüm zaman

Odur arkamdaki adım.

Onun korkusu, içimde

Ürkek bir dünya yaratan...

Başa dön


 YENİ YÜZYIL- 14.10.1998

Sabahattin Ali...

Elimde "Üçüncü Öyküler" adlı bir dergi var: Derginin kapağında genç bir adam düzgün, arkaya taranmış saçlarıyla, ağzındaki piposuyla, çerçevesiz gözlüğüyle bir balkonun korkuluklarına dirseklerini dayamış, dalgın gözlerle çatıların, kiremitlerin üzerinden ufka doğru bakıyor.

Hangi usta ya da amatör fotoğrafçı merceğinde odaklayıp sonra da deklanşöre basarak bu "an"ı dondurdu bilemiyorum, ama bu tek "kare" solgun resme bakanlar, onun, bu genç insanın ufka bakan gözlerinin ardındaki düşüncelerini sanki okuyorlar:

 

"...Niçin hep acı şeyler yazayım? Dostlar, yufka yürekli dostlar bundan hoşlanmıyorlar. 'Hep kötü, sakat şeyleri mi göreceksin?' diyorlar. 'Hep açlardan, çıplaklardan, dertlilerden mi bahsedeceksin? Geceleri gazete satıp izmarit toplayan serseri çocuklardan; bir karış toprak, bir bakraç su için birbirini öldürenlerden; cezaevlerinde ruhları kemrile kemrile eriyip gidenlerden; doktor bulamayanlardan; hakkını alamayanlardan başka yapacak şeyler, iyi güzel şeyler kalmadı mı? Niçin yazılarındaki bütün insanların yüzü soluk, yüreği kederli? Bu memlekette yüzü gülen, bahtiyar insan yok mu?"

Gözlerini ufka dikmiş, öylece dalıp gitmiş bu adamın "Anadolu gerçeği"ni dile getirdiği düşüncelerini yoksa şöyle mi yansıtıyor şu tek karelik resim:

"...Dağların üstünde ne bir ağaç, ne iri bir kaya vardı. Yalnız ufak ufak çakıllar... Hani şose yollarına dökerler, en büyüğü yumruk kadar taşlar olur ya, sanki onları almışlar, avuç avuç serpmişler... Neye benziyordu biliyor musun?.. Zımpara kâğıdına; ömrümüzü, zevklerimizi törpüleyecek bir zımpara kâğıdına... Köyler, bilmem neden, dağ köşelerine, çukur vadilere yapılmıştı. Kireçli, beyaz dağların dibine sığınan bu mamureler insana cibinlik köşelerindeki tahtakurusu yuvalarını hatırlatıyordu."

Peki, bakışıyla enginlere dalıp gitmiş bu adam, "Ne istiyoruz" diyerek yoksa şunları mı dile getiriyordu:

Elli yıl önce bir yargısız infaz

"...Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu yurdun ve bu halkın yararına olsun, yahut zararına yaptıkları işlerden hesap versinler. Bu iş incelenirken, koltuğuna ısınmış beş on hazır yiyicinin menfaati, keyfi değil, milletin hayrı düşünülsün. Ve insanları sahiden insan eden o en büyük nimet: Hürriyet, riyakâr ağızlarda 'Adam avlama yemi' olarak kullanılmasın."

Yukardaki "tırnak" içindeki satırların yazarı kim mi?

Dergideki yazısında Adnan Özyalçıner bunu şöyle özetlemiş:

"25 Şubat 1907'de Yunanistan'ın Gümülcine kasabasında doğan Sabahattin Ali, 2 Nisan 1948'de kendisini Bulgaristan'a götürecek olan bir polis muhbiri tarafından Kırklareli'nde Türk-Bulgar sınırına yakın bir yerde acımasızca öldürüldü. Bundan 50 yıl önce egemen güçlerce 'yargısız infaz'a kurban giden Sabahattin Ali, ardında 5 öykü, 3 roman, 1 şiir, 1 oyun kitabı bıraktı."

Bana gelince diyorum ki: Bir öğretmen, bir düşünür, bir yazar olarak memleket gerçeklerine her parmak bastığında "komünist" diye damgalanıp kodesi boylamasından ve ölümünün ardından geçen tamı tamına yarım asırlık bu zaman diliminde ne yazık ki ülkede değişen bir şey yok. Dün: "Biz istiyoruz ki, bu memlekette yapılan her iş, üç beş kişinin çıkarına değil, bu halkın yararına olsun..." diyenler, komünist damgasını yiyerek sesi, soluğu kesilirken, bugün benzer düşünenler de ya "vatan haini" ya da "bölücü"...

Neden? Çünkü: "Egemen güçlere", "İlah"lara her daim "kurban" gerek!..

Başa dön


Milliyet- 18.04.98

Sabahattin Ali'yi anmak...

       "SABAHATTİN, Türk dünyasında bir okulun başıdır, başlangıcıdır. En usta Türk yazarlarından biridir. Sabahattin'in Türk düzyazısı üstündeki etkisi büyüktür, olumludur. Türk edebiyatının halkçı, demokrat, antiemparyalist, sosyalist kolu; tek sözcükle, Türk edebiyatının ilerici yazarları kendi aralarında Sabahattin Ali gibi bir yazarın bulunmasıyla, onun sağlığında da övündüler, sonra da övünüyorlar ve övünecekler." (Nazım Hikmet'in 'İçimizdeki Şeytan' romanının Rusça baskısına yazdığı önsözden...)
       Ben Sabahattin Ali'nin öykülerini ortaokul ilk sınıfındayken tanıdım, okudum, etkilendim. Önce 'Ayda Bir' dergisinde öykülerini okumuş, şaşkına dönmüştüm. İlkokulu yeni bitirmiş bir çocuğun önüne yeni bir dünya serilmişti. 'Kağnı', 'Değirmen' gibi kitapları bana gerçek edebiyatın kapısını açmıştır. O yaşlarda okunan, sevilen, benimsenen şeyler, yaşam boyu unutulmaz. Bugün de bu öyküleri okuduğumda aynı etkileşimi duyarım.
       Bu akşam Atatürk Kültür Merkezi'nin Büyük Salonu'nda Sabahattin Ali'yi anma gecesi var... Öldürülmesinden bu yana tam elli yıl geçmiş... Bir masal gibi akıp giden acı bir tarih... Akıl almaz bir cinayetin, bilerek çarpaşıklaştırılan bir korkunç olayın üstü bugün bile örtülür!..
Kim, neden Sabahattin Ali'yi öldürdü, ya da öldürttü? Onunun yakını bir yazara sorduğumda "Devlet beni niye öldürmedi?" diyerek konuyu değiştirmişti! Devlet doğrudan doğruya adam öldürmez, ama işin içine başka parmaklar girer! İşte Susurluk olayı, işte Uğur Mumcu'nun, işte Muammer Aksoy'un öldürülmeleri... Devlet bu gizleri çözdü mü, çözebildi mi? Bugün bile devlet birçok kanlı olayın üstüne gidemiyor.
       Sabahattin Ali'nin son kitabı "Sırça Köşk"tür. Kendilerini çok güçlü, yıkılmaz, sarsılmaz şatoların içinde görenler, halkın uyanması, bilinçlenmesiyle kolayca yerle bir olacaklardır. "Sırça Köşk" iktidar sahiplerini pek çok öfkelendiren, öldürülmesine bile etken olan şu sözlerle biter:
       "Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter."
       Sabahattin Ali'nin sanatçı kişiliğini, yazarlığını Atilla Özkırımlı'nın şu yorumunda bulmak mümkün:
       "...Sabahattin Ali'nin öykü kişilerinin bir düşünceyi, bir bildiriyi iletmek için uydurulmuş kişiler değil, hayattan alınmış yaşayan insanlar olduğu görülür. Ona göre 'sanat bütün teferruatıyla hayatı ihtiva etmeli, insanda yaşamak, insan gibi yaşamak, daha iyiye, daha yükseğe, daha temize doğru koşarak yaşamak arzusunu, hatta ihtiyacını uyandırmalıdır.' Sanat araçtır çünkü, amaç değildir. Amaç, hayattır, insan hayatıdır Sabahattin Ali'de öykü gerçeği, toplumsal olanla, bireysel olanın bileşimidir."
       Kimileri 'tek parti baskısının, sultasının' işlettiği bir cinayet der. Sanki, çok partili dönemlerde sanat, kültür, yazın, düşünce adamlarına da kıyılmamış gibi! Ülkemizde değişmez bir şey vardır, o da egemen çevrelerin gücünü, etkinliğini yıkmak isteyenlerin, acımasızca ortadan kaldırıldığı, kaldırılmakta olduğu gerçeğidir. Nasıl, Sabahttin Ali 'faili hem de meçhul olmayan bir cinayete kurban gittiyse, egemenler bundan sonra cinayetleri 'faili meçhul' biçimlerde uygulamakta yarar görmüşler ve görmekteler!..
       Evet, bu akşam AKM'de Türkiye Yazarlar Sendikası'nın düzenlediği "Ellinci Öldürülme Yılında Sabahattin Ali'yi Anmak" toplantısı var... Büyük yazarı yakından tanımış, ya da yapıtlarını incelemiş değerli kişiler onu anlatacaklar. Her zaman ele geçmeyecek böyle bir fırsatı, sanatsever okurlarımın kaçırmamalarını isterim.
       Türk öykücülüğünün ölümsüz ustasına saygıyla...

 

başa dön


 Cumhuriyet- 31.08.2000

'İlk Faili Meçhul'

Sabahattin Ali 'nin, az sayıdaki yapıtına, kısa ömrüne karşın edebiyatımızda çok önemli bir yeri vardır. Hem yaratıcı olarak hem bir kültür adamı olarak hem de bir aydın olarak.

Hikâyelerindeki yalınlık, olay örgüsü, dilin akıcılığı, Anadolu insanını anlatış biçimi, gerçekçiliği, onu edebiyatta özgün bir yere yerleştirir.

Özellikle de Kuyucaklı Yusuf romanıyla bir çığır açmış, o güne kadar, daha çok Batılılaşma ekseninde yol alan romana, toplumsal sorunları ve Anadolu'yu sokmuş; toplumcu gerçekçiliği düzyazıda başlatmış (önünü açmış), kendinden sonraki birçok romancıyı/romanı doğrudan etkileyerek ''eşkıya'' motifini getirmiştir.

Belli ki yazacakları, yazmak istedikleri ''yarım'' , eksik kalmıştır. Ne var ki yazdıklarıyla da büyük bir yazardır. Dünya dillerine çevrilecek, Batı'da adına doktora tezi yazılacak kadar büyük...

Ama bizim ülkemizin okullarında okutulmayacak, heykeli dikilmeyecek, adı meydanlara verilmeyecek... Kitapları yıllarca baskı altında tutulacak...

Doğru, Hıfzı Topuz çok haklı, ''genç'' kuşaklar ne yazık ki adını bilmezler/bilemezler:

''40-50 yıl önce, Türkiye'nin gündeminde olan birçok kişiyi yeni kuşakların hiç tanımadıklarını, adlarını bile duymamış olduklarını görünce şaşırıp kalıyorum. Üniversite düzeyinde eğitim görmüş gençlerle sohbet ederken Sabahattin Ali'den söz ediyorum, hiç adını duymamışlar.''

Hıfzı Topuz, yaşamındaki ilginç portreleri ve olayları yazdığı Eski Dostlar kitabında böyle söylüyor.

Sabahattin Ali 1948'de öldürülüyor. Baskıların yoğun olduğu yıllar. ''Komünist avı'' başlamış. Herkes komünist, dolayısıyla vatan haini(!). Sabahattin Ali, Markopaşa gibi çok satan ve çok etkili haftalık siyasi bir gazete çıkartıyor ( Aziz Nesin ile birlikte).

Solcu. Sert bir muhalefet yapıyor. Sert yazıyor. Gerçeklerden yana, doğrudan yana hep. Baskıya karşı. Baskının her türlüsüne karşı...

Topuz'un kitabından iz sürerek söylersek -ki başka kaynaklarla da çakışıyor- var olma çemberi iyice daralmış olan Sabahattin Ali'nin yurtdışına çıkmasını gerçekleştirecek olanlar, onu MİT'e teslim ediyor; böylece dünya çapındaki bir yazarımız, işkence sırasında, belli ki hiçbir şey söylemediğinden ölüyor.

İşkenceyle öldürüyorlar... Kim belli değil. Evet, Topuz'un dediği gibi bir tetikçi var; ama cinayeti milli duygulara kapıldığı için işlemiş güya. Yıllardır ortalarda gezen uyduruk bir senaryo...

Hıfzı Topuz, başka ağızlardan aktarıyor: Anlaşılan emri veren, dönemin CHP ileri gelenlerinden Nihat Erim ... (Bunu Emre Kongar köşesinde yazmıştı.)

Hiçbir şey ''açık'' değil, karışık, karanlık... ama ''belli'' olan bir şey var o da bu cinayetin kolay kolay çözülemeyeceği. Yeni belgeler, bilgiler ortaya çıkmadıkça...

Sabahattin Ali'yi, yakın dostları Mehmet Ali ve Adalet Cimcoz 'un ''ele verdiği'' yolundaki söylentilerin, Hıfzı Topuz'un yazdıklarına baktığımızda gerçekle ilgisi yok...

Öte yandan, yine yakınlarda yayımlanan Mine Söğüt 'ün Adalet Cimcoz - Bir Yaşamöyküsü Denemesi adlı kitabında konuyla ilgili küçük bir bölüm var ki, ''bazı basın organlarınca'' bu farklı biçimde aktarıldı. Cimcoz'ların, Sabahattin Ali'yi ele verdiği izlenimi yaratıldı. En azından böyle bir kuşkunun altı çizildi...

Oysa, Söğüt'ün kitaptaki bu bölümü okunduğunda, bu ''söylenti'' inandırıcı gelmiyor. Zaten kitabın yazarı da konuyu basının abarttığını belirtiyor:

''Kitapla çıkan ilgili birkaç haberde Sabahattin Ali olayı ön plana çıkarıldı. Oysa kitapta o konuyla ilgili yeni bir şey yok. Çok küçük bir detay sadece.''

Hıfzı Topuz'un kitabında yalnızca Sabahattin Ali olayı yok; başka birçok renkli kişi ve olay var. Ancak, yakınlarının özendirmelerinin yanı sıra, kitabı yazma nedenlerinin başında Sabahattin Ali olayı geliyor:

''Kitaba Sabahattin Ali olayıyla başladım. Çünkü Eski Dostlar 'ı yazmamın nedenlerinden biri, bu olaya biraz ışık tutmaktı. Sabahattin Ali'nin öldürülmesi olayı yakın tarihimizin 'faili meçhul' cinayetlerinin en önemlilerinden biriydi.''

Aynı zamanda da ilki...

Başa dön


 Milliyet- 25.07.2000

HIFZI TOPUZ`un hayatının anlatıldığı yazının Sabahattin Ali ile ilgili olan bölümü

Sabahattin Ali'nin öldürülmesi emrini kim verdi?

 

“Cinayeti işleyen polis değil, MİT’tir. İnfaz emrini veren de gazeteci, yazar, CHP’de üst düzeylerde bir kişidir. O politikacı da sonra feci şekilde öldürüldü"

 

Yıl 1947. Üniversite öğrenciliği sırasında gazetecilik de yapmaya başlayan delikanlı, Türkiye Komünist Partisi üyesi Rasih Nuri’ye rastlayınca sevinir ama arkadaşı, “Bu akşam bize gelirsen sana bir sürprizim olacak" deyince doğrusu çok meraklanır.
       Resim, müzik ama esas aşkı edebiyat olan genç gazeteci, kendinin de anlam veremediği bir heyecanla akşamı dar edip, hava kararır kararmaz hemen Nişantaşı’daki Kamelya Apartmanı’nın beşinci katına bir solukta tırmanır. Kapıyı açan Arap bacı Nailo içeride “Bibiönin olduğunu söyleyince iyice meraklanır. Salona adımını attığı Ziya Şav, Faruk Sayar’ın dışında, tanışmadığı “Bibi", yani ünlü yazar Sabahattin Ali’yle karşılaşınca heyecanı son raddeye gelir. Yazar onu kucaklar, öpüşürler.
       Dost meclisinde konuşmalar sürerken gazeteci dayanamaz.
       - Hukukta, polis kolejinden gelme öğrencilerden biri bana, “Sizin solcuların neler yaptığını polisler iyi biliyor. Hele şu Sabahattin Ali var ya, o Rus ajanıymış. Tünelde bir eve gizlenip, yan bahçedeki Sovyet Elçiliği’ne geçip, onlara bilgi verdikten sonra talimat da alıyormuş" dedi.
       Sabahattin Ali kahkahayı basar.
       - Doğru, Tünel’de çok yakın bir arkadaşım var. Kendisi Türkiye’nin en önemli hukukçularından biridir. Her çevreden dostları olduğu gibi polisten de tanıdıkları vardır. MİT hakkımda bir şey tezgahlıyorsa, o duyar. Bu kişi de Nazım Hikmet’in yakın dostu Mehmet Ali Cimcoz’dur. Gazeteci o tarihten itibaren sık Rasih Nuri’nin evine gidip, Sabahattin Ali’yle görüşür. Ama bu beraberlik büyük yazarın öldürülmesine kadar, ancak üç ay sürebilir!

       İnfaz emrini kim verdi?
       Sabahattin Ali, “gazeteci" ile tanışmadan önceki dönemlerde çeşitli yazılarından ötürü hapse girer. Bir şiirinde Atatürk’ü hicvettiğinin öne sürülmesi üzerine Konya ve Sinop cezaevlerinde yatar. Aziz Nesin’le Markopaşa, Merhumpaşa, Alibaba gazetelerini çıkarır ama hapisten başını kurtaramaz. Yoğun sıkıntı içinde geçen günlerde arkadaşı Mehmet Ali Cimcoz bir yakını adına kamyon aldırıp, onu bu dertlerden kurtarır ama bir süre sonra Sabahattin Ali ortadan kaybolur. Oysa büyük yazar hapishaneden tanıdığı karanlık adam Ali Ertekin’le sınırı geçmek üzereyken MİT tarafından yakalanıp işkenceyle öldürülmüş, cesedi de Kırklareli’nde bir tarlaya atılmıştır.
       Ertekin, Sabahattin Ali’yi kendisinin öldürdüğünü söylemesine rağmen, İstanbul Emniyeti Birinci Şube Müdürü Parmaksız Hamdi yıllar sonra Cimcoz’a şöyle der:
       “Cinayeti işleyen polis değil, MİT’tir. İnfaz emrini veren de gazeteci, yazar, CHP’de üst düzeylerde bir kişidir. Zaten bu emri veren politikacı da daha sonra feci şekilde öldürüldü, adını veremem."
       Takvim yapraklarını geriye çevirip, arşive dalıyorum. Acaba infaz emrini veren politikacı 12 Mart’tan sonra başbakanlık yapan Nihat Erim olabilir mi?
       Olayın tüm detaylarını yıllardır içinde bir sır olarak saklayan araştırmacı gazeteci hiç kimseye bir şey anlatmaz. Sırrın yazıya dökülüşü ise tam 52 yıl sonraya rastlar.

 

Başa dön


 Milliyet- 27.12.98

Marko Paşa

       GEÇENLERDE Aziz Nesin'in bir dörtlüğünü yazarken, "Türkiye, Marko Paşa gibi bir muhalefet gazetesi görmedi" demiştik...
       Yadırgayanlar olmuş!
       Onlara sormak isteriz, "Marko Paşa" başlığının hemen altında "Yazarları, polis nezaretine (gözaltı) alınmadığı ve hapse girmediği zamanlarda çıkar" yazılı bir başka gazete gördünüz mü?
       * * *
       "MARKO Paşa"nın ilk sayısı 25 Kasım 1946'da yayımlanmış, Haftalık Siyasi Mizah Gazetesi olarak tanıtılan gazetenin sahibi ve yazı işleri müdürleri sırasıyla Sabahattin Ali, Aziz Nesin, Mücap Nedim Ofluoğlu ve Mustafa (Mim) Uykusuz'dur.
       Gazetenin ikinci sayısının manşeti şu:
       "Sabotaja uğradık"
       Nedir sabotaj?
       Dağıtıcıların "Kulakları bükülmüş" satış önlenmiştir.
       Gayret, gazetenin yazar ve yöneticilerine düşer, bir günde 4 bin adet satılır, bir tane kalmaz. 1946'ya göre 4 bin satış çok iyi bir rakamdır.
       20, 21. sayılarda "Marko Paşa"nın dağıtımı Ankara ve Samsun'da engellenir, bu defa "Marko Paşa" başlığının altında şu başlık vardır:
       "Ankara ve Samsun'dan başka dünyanın her yerinde satılır."
       * * *
       BASKILARLA sonuç alınamayınca "Marko Paşa"yı içeriden yıkmaya kalkışırlar, herifin biri düzmece belgelerle "Marko Paşa"ya sahip çıkıp yayımlayınca hakiki "Marko Paşacılar" bu defa "Merhum Paşa"yı yayımlarlar:
       "Namertlik mezarına gömdüğümüz Marko Paşa yerine, elinize millet menfaatlerinin yeni savunucusu Merhum Paşa'yı veriyoruz."
      
Bu arada bir de "Malum Paşa" macerası vardır.
       * * *
       ŞİMDİ diyeceksiniz ki:
       "Düzmece belgelerle, Marko Paşa'ya nasıl sahip çıkılmış?"
       "Marko Paşa'cılar" baskılardan yılmışlardır, polis, savcılık, mahkeme derken, gazeteyi çıkaracak halleri kalmaz. Gazetenin sahip ve yazı işleri müdürlüğüne "naylon birini" getirirler.
       Bundan sonrasını Hikmet Altınkaynak şöyle anlatır:
       "Bu genç bir gece saat onla onbuçuk arası gazetenin Asmalımescit'teki yönetim yerine girer ve Marko Paşa'nın tüm klişe, karikatür, yazı, mühür, abone bantları, bayi etiketleri, fatura, vs. alıp kaçar. Bunlar arasında Marko Paşa'nın Neşriyat Müdürü Mustafa Uykusuz'un imzalı bir kağıdı vardır. Bu kağıdın üstünü Mustafa Uykusuz'un Markop Paşa'yı kendisine devrettiği, biçiminde doldurarak, gazeteyi çıkarmak için sahte bir imtiyaz ele geçirir."
       Hikmet Altınkaynak bu yıl çıkan "Marko Paşa Yazıları ve Ötekiler" adlı kitabında (Y.K.Y.) Sabahattin Ali'nin, Marko Paşa'daki başyazılarını sıralar.
       * * *
       BUNLARDAN 5 Ocak 1947 tarihli "Tam Demokrasi" başlıklı yazısını ibretle okuyunuz:
       "Artık bizde de tam demokrasiye geçmenin sırası geldiği kanaatindeyiz.
       Demokrasi halkın halk tarafından halk için idaresi demek olduğuna göre, hükümet halka ait işlerden elini eteğini çekmeye başlamalı, kendi işine bakmalıdır.
       Mesela şimdiye kadar yalnız okulunu, köyünün yolunu, deresinin köprüsünü yapmaya mecbur olan köylü, bundan sonra bütün memleketin şoşelerini, demiryollarını, demir ve beton köprülerini de aralarında imece ile yapmalı, hükümet ise ancak hükümet konağı, beyzadelere lüks okul, kendilerinin bulunduğu semtlere asfalt yol yaptırmakla kalarak halk hakimiyetine hürmet etmelidir.
       Yine halkın bir ihtiyacı olan petrolü aramak, sondaj yapmak, Amerika'dan makine getirmek, petrol bulmamak gibi karlı işler Raman Dağı, civarındaki aşiretlere bırakılmalı, hükümet Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Umum Müdürlüğü'nde altın madeni aramak gibi verimli işlerle uğraşmalıdır.
       Hele katiller, hırsızlar, yankesiciler, dolandırıcılar, vurguncular, karaborsacılar, millet malı hırsızları ve haydutlar, sadece halkın başına bela olan unsurlarla mücadele işi, demokrasinin yüksek bir tecellisi olarak yine sadece halka bırakılmalı, hükümet bu işe karışmamalıdır.
       Hükümet ancak, kafalarında makam sahiplerinin hoşuna gitmeyecek fikirler taşıyan kimseleri zararsız hale getirmek için gereken en şiddetli tedbirleri almakla yetinmelidir."
       Bu yazıyı, tarihini söylemeden aktarsaydık, size "yutturmuş" olur muyduk ya da siz "eski bir yazı!" diye yadırgar mıydınız?


başa dön

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Anasayfa - Güncel - Medya Haberleri - Dosyalar - Kültür-Sanat - Medya`dan - Etkinlikler Takvimi - - Arsiv - Linkler - e-Posta

 

 

 

 

Iletisim:
e-Posta:
otekimedya@gmx.net
Fax: +49 (180) 50 52 59 60 69 47

webmaster: webmaster@otekimedya.com